Dario Azzellini röportajı
Kapitalizmin “afeti” ve emek mücadelelerin olanağı
Dario Azzelini, siyaset bilimci, sosyolog ve belgesel film yöneticisidir. Eleştirel emek araştırmaları, işçi özyönetimi, işçilerin işgal fabrikaları gibi konularda çok sayıda çalışması ve kitabı vardır. “Emeğin Alternatif Tarihi”, “Bizi Temsil Edemezler”, “Latin Amerika ve Futbol” kitapları Türkçe’ye de çevrilmiştir. Otonom Marksist denilebilecek yaklaşımın başlıca temsilcilerindendir. Çevirdiğimiz yazı ve röportajlar, bunlardaki tüm görüşleri benimsediğimiz anlamına gelmiyor. Ancak içinden geçtiğimiz kritik tarihsel sürece ilişkin az çok dikkate değer enformasyon ve tartışmalar içeren metinlerin türkçeye kazandırılmasının ve devrimci okur tarafından eleştirel bir gözle değerlendirilmesinin önemli olduğunu düşünüyoruz.
Bir bilim insanı ve aktivist olarak 15 yıldır işçi mücadeleleri üzerine çalışıyorsunuz. Çalışmalarınız şu anki pandemi ile dramatik bir dönüm noktasında görünüyor, dünya çapında 170 sendikacının yeraldığı online konferansta yeraldınız. Bu konferansın konusu neydi? Sendikacılar ne tür sorunları öne çıkardı?
Online konferans Enerji Demokrasisi için Sendikalar (TUED) tarafından düzenlendi. Bu iklim sorununda sürdürülebilir dönüşüm için küresel bir sendikacılar ağıdır. Bu ağ şimdi Covid-19 pandemisine ilişkin fikir alışverişi için kullanılıyor. Çok sayıda ülkeden sendikacılar var: ABD, Güney Kore, Filipinler, Hindistan, Avustralya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri ve Güney Afrika’dan raporlar geldi. İşçilerin mücadelelerine dair ve işçi hakları ve sağlığı ve güvenliğine saldırılar üzerine konuşma ve tartışmalar oldu..Hepsi Covid-19 pandemisinin etkilerinin, sayısız ölümün “doğal” olmadığını, onyıllardır kamu harcamalarındaki kesintilerin ve kamu sağlık sistemi ve hizmetlerinin özelleştirilmesinin, işçi haklarının gaspının ve istihdamın güvencesizleştirilmesinin bu sonuca yol açtığı üzerinde duruyor.
Dramatik paylaşımlar geldi, örneğin New York City Hemşireler Sendikası başkanı, sağlık hizmeti sisteminin çöktüğünü rapor etti, Hindistan 100 milyonlarca insanın uzun bir izolasyonda yaşam şansının olmadığını anlattı. Ben bir gözlemci olarak katıldım, üniversitede master yaptığımdan beri sendikalı olmama karşın, bir sendikacı olarak değil. Bu koşullarda, 15 yıldır üzerine çalıştığım fabrika işgalleri ve işçi kontrolü konusundaki birikimlerimi ve ilişkiler ağımı sunabilirim.
Sınırlar ötesi ortak tespitler ortaya çıktı mı- örneğin dünya çapında otoritarizmin yükseleşi gibi?
Evet. Tüm dramatik raporlara karşın, herkes mevcut durumda radikal bir değişim için enternasyonal dayanışma ve ücretli mücadelelerini güçlendirme fırsatını vurguladı. Hiçbir şeyin eskisi olmayacağına dair net bir farkındalık var. Herşey bir yana, Covid-19 pandemisi apaçık krizin sadece bir tetikleyicisi ve şiddetlendiricisi. Etkisi muazzam. Küresel kuzey ekonomiyi desteklemek için hiç bu kadar devlet fonu ayırmamıştı, ama bu kaynaklar da tükendiğinde, halen kitlesel işten atmalar ve sayısız şirketin kapanması devam edecek. ABD iflas etmiş bir devlete dönüşüyor, yalnızca sağlık sistemi açısından da değil. 18 Mart’tan bu yana 4 hafta içinde, 22 milyon işçi işini kaybetti – bu bir çok kişinin sağlık sigortasını da kaybettiği anlamına geliyor. Ölümlerin ve işsizlerin büyük bölümü siyahlar ve Latin göçmenler. New York’ta ölümlerin yüzde 72’si siyah ve Latin. Ve bunlar dünyanın en zengin ülkesinde oluyor.
Birleşik, uluslar arası ağsal eylemler için neler konuşuldu?
ABD’de ve birçok başka ülkede kendiliğinden işçi mücadeleleri ve grevleri olacak. Sermayenin pandemiye tepkisi – ve “insan belirsizliği faktörüne” tepkisi- hızlandırılmış otomasyon. Emek ile sermaye arasındaki ilişki bütünsel bir değişim sürecinde ve bunun çok kapsamlı sonuçları olacak. Kapitalizm ve onun varolma yetisi açısından da. Artı-değer yalnızca canlı emek tarafından yaratılabilir. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İki olası gelişme var. Bir yandan sermaye çıkarlarının mutlak otoriter ve fena halde askeri şiddete dayalı korunması; diğer yandan, kuvvetli yapısal değişimler, yeni politik ve ekonomik sistemlerin ortaya çıkması. İkisinin de olması muhtemel. Şimdiki ve gelecek yıllardaki mücadeleler hangi yöne gidileceğini tayin edecek. İşçiler burada tayin edici bir rol oynayacak. 6 ay önce, büyük bir çalışma yayınlandı, dünya çapında 150 yıllık toplumsal mücadeleleri inceledikten sonra, işçilerin toplumsal mücadelede yer almasının demokratikleşme için tayin edici olduğu sonucuna varıyordu. Bunu hiç de şaşırtıcı bulmuyorum.
Ama son onyıllarda bu ufku yitirenler çok oldu. Kolay olmayacak. Kriz ve saldırılar sendikaları ve işçi hareketlerini kötü vuruyor ve zor bir duruma sokuyor. Son on yılda kitlesel hareketler olmasına karşın genel kabul gören bir alternatif geliştirme mümkün olmadı. Sol -en geniş anlamında söylüyorum, yani eşitsizliği ve sömürüyü kaldırmak ve sürdürülebilir bir gelecek perspektifi için tüm hareket ve örgütler- bir yeniden örgütlenme ve kendini yeniden şekillendirme sürecinde
İşçileri ve vatandaşları hastalara dönüştürmek ve politik katılım olanaklarını ellerinden almak- şu anki karantina politikasının merkezi özelliği bu. Bu politikanın Latin Amerika’daki etkileri neler?
Bu tür genel geçer ifadeler konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bulaşma, karşı önlemler ve genel durum farklı ülkelere göre değişiyor. Bolivya’daki diktatörlük pandemiyi pozisyonunu pekiştirmek için kullanıyor, daha önce iktidarda olan Evo Morales partisi, MAS’a, ve solcu hareketlere karşı asker ve polis baskısı çok arttı; yurtdışındaki Bolivyalıların ülkeye girmesi zorla engelleniyor, başkanlık seçimleri de ertelendi. Şili’deki rejim de pandemiyi aylardır süren isyanı kesmek için kullanıyor, onlar da anayasal referandumu ertelediler.
El Salvador’da, sağcı Nayip Bukele tam bir sokağa çıkma yasağı ilan etti- hem de tek bir Covid-19 vakası olmadan- ve uyuşturucu çeteleri ile çatışma bahanesiyle bir tür askeri düzen getirdi. Ekvator’da sağcı Moreno hükümeti, birkaç ay önce halk isyanı karşısında bir dizi neo-liberal tedbiri geri çekmek zorunda kalmıştı, şimdi ülke çapında sokağa çıkma yasağı ilan etti, pandeminin hemen hiç olmadığı bölgelerde bile. Kolombiya’da aktivistlere ve eski-gerillalara karşı paramiliter cinayetlerde korkutucu bir artış var.
Otoriteryanizmin krizin tipik bir özelliği olduğu düşünülüyor. Ama herhangi bir özgül kriz yalnızca kendi durumunu idrak edebilirken, otoriteryanizmin mevcut biçimleri birkaç yıldır ayan beyan ortada. Venezuela sorununa ilişkin filmler ve yayınlar yaptınız, bunlar Oliver Ressler ile birlikte yaptığınız “5 Fabrika- Venezuela’da İşçi Kontrolü” (2006) belgeselini ve “Katılım, İşçi Kontrolü ve Komün. Venezuela’da Toplumsal Hareketler ve Toplumsal Dönüşüm” (2010) kitabını da içeriyordu. Korona krizinden bile önce, Venezuela anaakım medyada bir “kriz devleti” ve “otoriteryanizmin deneysel labarutarı” olarak lanse ediliyordu. Hugo Chavez’in ölümünden sonra Venezuela’nın böyle kategorize edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Venezuela için 2013’ten itaberen çok şey değişti. Latin Amerika’daki merkez-sol hükümetlerin çoğu seçimlerle, veya darbelerle değişti, ya da kendi karşıtına dönüştü, Ekvator’da olduğu gibi. Tüm bunlar ABD ve AB’nin aktif müdahalesiyle oldu. 2016’dan itibaren, petrol fiyatları tümden çöktü, aşırı sağcı muhalefetlere uluslar arası destek arttı. Venezuela ambargolara maruz kaldı, ulusal gelirinin en önemli halkası olan 8 rafineriye ve petrol istasyonu ağına ABD tarafından el konuldu ve muhalefete devredildi; ABD ve AB bankalarındaki milyarca dolarlık Venezuela rezervi donduruldu; ülke ekonomik ve finansal ambargoya maruz kaldı; muhalefetin kendinden menkul “başkanı” ABD, AB ve sağcı Latin Amerika hükümetleri tarafından resmen tanındı.
Bir ülkeye böylesine bir baskı görülmüş şey değildir. Venezuela’nın kendisinde, bu çok zor bir ekonomik duruma yol açıyor; politik etkileri de negatif. Solun büyük bölümü hükümetten dışlandı, kararlar tümüyle merkezileştirildi, eleştirel düşünceye güvensizlik ve baskı arttı, devlet mülkiyetindeki işletmelerde işçi kontrolünün başlangıcı ortadan kayboldu. “Sosyalizm” denilen şeyden eser kalmadı. Yüksek enflasyon ve zayıf tedarik durumu muazzam spekülasyona ve her şeyin dolar bazında fiyatlandığı bir paralel ekonomiye yol açtı. Bu koşullarda iyi kötü yaşayabilenler sadece yurtdışındaki akrabalarından döviz geliri alabilenler. Yeterli paraya sahip olanlar halen herşeyi satın alabiliyor. Hükümet muazzam miktarda subvansiyonlu gıda dağıtımını edinebildiği minimum tedarik düzeyi ile sürdürmeye çalışıyor. Durum en az 5 veya 6 yıldır böylesine zor. Maduro hükümeti pek popüler değil. Ancak baskıyla iktidarda kalmasını istemek de saçma olur.
Çoğu Venezuelalı yine de diğer seçeneklerin daha kötü olduğunu düşünüyor. Sol bir alternatif ancak aşağıdan gelişebiliyor, yerel özyönetim yapılarından, Consejos Comunales’ten (belediye konseyleri); bunlardan ülke çapında 47 bin tane var, daha yüksek Comunas’lardan ise 1700 tane. İyi işledikleri yerlerde, krizin etkilerine karşı koyan en etkili yapılı olduklarını kanıtladılar. Chavez sırasında amaçlanan “sosyalizme dönüşüm” denilen süreçte merkezi bir konumdaydılar, bugün ise hükümetten tamamen dışlanmış durumdalar. Her zaman hükümetle bir çelişki ve işbirliği ilişkisi içinde kaldılar, buna karşın çalışmalarına devam etmek için tek şansı bu hükümet olarak görmeye devam ediyorlar.
Venezuela’da karantina politikası yeni bir tür “korona otoriteryanizmi”ne yol açtı mı?
Venezueal Dünya Sağlık Örgütü yönergelerine uyan ilk ülke oldu, yani acil olmayan tüm işleri durdurdu, sınırlarını kapattı, uluslar arası hava trafiğinin büyük bölümünü durdurdu. Sağlık hizmeti sistemi kriz ve ambargo nedeniyle ciddi biçimde zayıfladığından, Venezuela’nın mümkün olduğu kadar çok engelleyicilikten başka seçeneği yok. Aslında, Venezuela Latin Amerika çapında enfeksiyon oranında ve ölümlerde en düşük orana sahip. 15 Nisan’da 204 vaka vardı, 111’i iyileşti, 9 ölüm var. İzolasyona muhalefet eden birkaç ses bir yana bırakılırsa, nüfus engelleyici önlemlerin otoriteryan olduğunu düşünmüyor. Tam tersine.
Bu ülkedeki tanıdıklarım, en keskin muhalefet üyelerinin bile, manav kuyruğundayken hükümetten yakındıklarını, ama sonra hükümetin duruma ilişkin tedbirlerinden, ve başka bir yerde değil de Venezuela’da bulunmaktan oldukça mutlu olduklarını söylüyor. Venezuela, Latin Amerika’da 100 bin kişi başına en çok test yapan ve örneğin Kolombiya gibi ülkelerden daha fazla laboratuar ve test ekipmanına sahip olan ülke. Kolombiya’da tüm ülkede sadece bir laboratuar test makinesi var! Ek olarak, Venezuela uçakları Kübalı doktorları Karaiblere taşıyor, ve Karaib ülkelerine binlerce test kiti dağıtıyor.
Ama bunlar Venezuela sağlık hizmeti sisteminin kendini içinde bulduğu iğreti durumu pek değiştirmiyor. Ama tüm krizi buna bağlayamazsınız. Belki bu durumu Yunanistan ile karşılaştırılabilir. Yunanistan’da da – troyka tarafından dayatılan kemer sıkma programı nedeniyle- tahrip olmuş bir sağlık hizmeti sistemi var, ama diğer Avrupa ülkelerine göre çok az enfeksiyon vakası ve ölüm oldu. Venezuela’da bu, yalnızca hızla alınan korunma önlemleri nedeniyle değil, ama aynı zamanda halkın örgütlülüğü ve bilinçliliği sayesinde olabildi. Venezuela’dan müzisyen ve radikal solcu hip hop ve reggae kültürü aktivisti olan bir arkadaşım birkaç gün önce bana şunları yazdı: “Altı yıldır olağanüstü hal koşullarında yaşıyoruz. Bu süreçte böyle bir durumla başa çıkmayı öğrendik.”
Venezuela’da pandemiyi önleme ve mücadele etme tedbirleri, nüfusun geniş bir öz-örgütlülüğüne dayanıyor, hükümet bu taban örgütleriyle birlikte çalışıyor. Bunlar içinde, örneğin yerel özyönetim yapıları, belediye konseyleri var. Hanehalkını bilgilendiriyorlar (örneğin Wuhan’da nüfusun karantina ve virüsle ilgili neler yaptığını içeren bir broşürden 47 bin adet dağıtıldı), ihtiyacı olanlara destek veriyor, ve sağlık hizmeti kurumlarıyla birlikte çalışıyorlar. Temel gıda erzakı paketlerinin (CLAP) mevcut yerel komiteler tarafından dağıtılması da kriz yönetiminin önemli bir öğesi.
Medya raporlarına göre, komşu ülke Kolombiya’da bulunan çok sayıda Venezuealalı buradaki ev ve sığınaklarından sürülüp ülkeyi terketmeye zorlandı. Kiralarını ödeyecek paraları yoktu çünkü, enformal sektördeki düşük ücretli işlerini bile kaybettiler. Bütün bunların Kolombiya devlet başkanı İvan Duque’nin emrettiği “önleyici izolasyon” sonucu olduğu söyleniyor.
Binlerce kişi yalnızca Kolombiya’dan dönmekle kalmıyor, diğer Latin Amerika ülkelerinden, özellikle Ekvator’dan, ama aynı zamanda Şili’den dönenler var. Venezuela hükümeti dönmek isteyenler için özel uçaklar kaldırıyor. Venezuelalılar ABD’den bile Venezuala’nın kaldırdığı uçaklarla geri dönmek istiyor, çünkü Venezuela’yı ABD’den daha güvenli buluyorlar (ABD’nin engellemeleri nedeniyle, önce Meksika’ya uçup oradan Venezuela’ya geçmek zorunda kalıyorlar).
Temel gıda tedariği ve toplumsal yeniden üretim işi konusunda “sistem çelişkisi” şimdi daha bir gün ışığına çıktı, “sistem hatası” da apaçık hale geldi: çoğu ülkede ‘korona kriz’ öncesinde bile bu tür emek zaten aşırı düşük ücretliydi ve yapısal olarak zayıftı. New York’ta örneğin, sağlık işçileri “koronaya karşı savaşı” hem sağlık sisteminin içinde hem de bu sağlık sistemine karşı vermek zorunda kalıyorlar. Latin Amerika’da da bu tür mücadeleler oluyor mu?
Öncelikle “koronaya karşı savaş” ve benzeri terimlere dair bir uyarıda bulunmak isterim. Bunlar otoriteryanizmi besler. Dışsal bir düşmana karşı savaş, olağanüstü hali meşrulaştırır, “bizden olanlar ve düşmanlar” şemasına dayanır ve manipulatif bloklaşmaları teşvik eder. Buradaki tek “savaş” sınıf savaşıdır, ve bu da yukarıdakiler tarafından yürütülüyor.
Venezuela’da, pek çok sektörde protesto gösterileri oluyor, bunlar hükümete karşı onu devirmek için değil, ama daha iyi çalışma koşulları, daha yüksek ücretler vb talebiyle yapılıyor. Bana göre, en başarılı mücadeleler yıllardır Comunas’lar (Venezuela’daki yerel özyönetim birimleri-çn) tarafından verilenlerdir. Örgütlenen kitleler terkedilmiş ve verimsiz çiftlik ve arazileri işgal etti, ve hatta bazan özel mülkiyet alanlarını da, bunları alıp kendi kolektif yönetim Comunas’larını kurdular.
Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde de benzer protestolar ve mücadeleler oluyor. Çoğu Latin Amerika ülkesinde, önemli bir kesim, bazan çalışan nüfusun çoğunluğu, enformal sektörde istihdam ediliyor. Onlar için, acil geçim olanağı yok oluyor. Covid-19’dan mı yoksa açlıktan mı ölmekten korksunlar, bilemez hale geliyorlar. Kolombiya’da sokak gösterileri ve bazı yerlerde yağmalamalar var. Sokak gösterileri küçük de olsa, balkon ve camlarından tencere tava çalarak protesto yapan binlerce insan tarafından destekleniyor; aç insanlar aynı zamanda gıda taşıyan kamyonları bloke edip yağmalıyor.
Cacerolazos (Latin Amerika’da geleneksel, tencere tava çalarak protesto ifadesi-çn) Brezilya’da ve Şili’de de var. Bolivya’da da gösteriler var. Sağlık sektörü ve diğer “sistematik olarak bağlantılı” işler büyük bir basınç altında. Radikal talepler yaygınlaşıyor. Önceden de varlardı. Pandemiden sonra daha da büyüdüler, kesinkes kendilerini muazzam protesto dalgaları ile gösterecekler. İsyanlar ve gösteriler, “solun geri dönüşü” ile birlikte, Latin Amerika’da Covid-19’dan 12 ay önce de kendini gösteriyordu. Ama şimdi herkes nüfusun gıda tedariğini sağlamak için büyük bir sorumluluk duyuyor. Buenos Aires’teki bir akrabam hastanede 24 saatlik vardiyalarda çalışıyor. Arjantin krizi daha iyi yöneten ülkelerden biri.
İşçilere kendilerini feda etmeleri çağrısına ne diyorsunuz? ABD gibi “zengin Kuzey Amerika ülkesi”ndeki işçiler, temel gıda tedariğine varoluşsal olarak bağlı olan “yoksul Güney Amerika” ülkelerindeki işçilerden daha farklı davranabilirler mi?
ABD’de de bir çok açıdan bir “Üçüncü Dünya Ülkesi”. Birkaç yıl önce bir BM özel rapörtörü, bunu kapsamlı raporunda açıkça yazdı. Sağlık hizmetine erişim, çoğu yeni sanayileşen ülkedekinden bile çok daha kötü. ABD nüfusunun yüzde 30-40’ının sağlık sigortası yok. Dört haftada 22 milyon kişi işini kaybettikten sonra, sağlık güvencesi olmayanların oranı kütlesel olarak daha da arttı. Dahası sağlık sigortası olan pek çok insan da tedavi ve ilaç için katkı paylarını ödeyemiyor. ABD dünyada en fazla hapishane nüfusuna sahip ülke. Nüfusun neredeyse yüzde 2’si hapiste. Hapishanelerde Covid-19 ile enfekte olmuş insanların sayısı alarm verici düzeyde, ama yeterli tıbbi bakım yok. Kamu hizmetleri çöküşte, çoğu konut hijyenik açıdan tahammül edilmez durumda, ve evsiz insanların sayısı çok yüksek. Aynı zamanda, işçi hakları diğer 35 OECD ülkesinden çok daha kötü, ve hatta bazı Küresel Güney ülkelerinden bile kötü.
Bununla birlikte, Birleşik Devletlerde son yıllarda, sendikal örgütlenme ve sınai eylemlerde keskin bir artış oldu. Şimdi bile çok sayıda sınai eylem var. Çeşitli sanayi işletmelerinde işçiler tıbbi araçların üretilmesi için talepte bulundular ve grev yaptılar. Amazon’da ve diğer e-sipariş şirketlerinde eylemler ve iş durdurmalar oldu. ABD’deki hemşireler özellikle iyi örgütlenmiş durumda ve oldukça sol eğilimliler. Daha fazla sağlık fonu istemi, herkes için sağlık sigortası, daha fazla personel, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sağlık hizmetlerinin genişletilmesi istemleri şimdiden ortak mücadele konuları. Pandemi sürecinde, sağlık hizmetinin çalışanların kontrolünde toplumsallaştırılmasını isteyen sesler giderek artıyor.
Daha verilecek büyük mücadeleler var. Aynısı ABD Posta Hizmetleri (USPS) için geçerli, çünkü hükümet şimdiden USPS’yi kurtarmayacağını ilan etti. Geçtiğimiz yıllarda, birçok eyalette öğretmenler güçlü emek mücadeleleri verdiler. Çalışma koşulları ve ücretleri berbat. Çoğu öğretmen ancak ek bir part-time iş yaparak geçinmeye çalışıyor. Pandemiden kısa bir süre önce, kiralık bir araba çağırmıştım, şoförü bir ilkokul öğretmeniydi, kendi özel arabasında her gün bir kaç saatliğine taksicilik yapıyordu.
Böyle bir krizde, işçiler, nüfusun geniş kesimleri tarafından “bencil” gibi görünmeyip destek kazanabilmek için nasıl mücadele etmeli?
Temelde bu, emek mücadelelerinin kapitalistlerin “hiçbir şey yokmuş gibi işleri sürdürmesi”ne karşı direnmesine, çalışan insanların korunmasını sağlamasına, bu yolla tüm nüfusun gıda tedariği ve sağlık ve güvenliğini düşünmesine bağlıdır, özellikle de pandemi riskine en açık olanları. Olasılıklar türlü çeşit. ABD’de otomobil ve uçak üretimindeki işçiler ve sendikalar üretimin tıbbi araç üretimine dönüştürülmesini talep etti, Fransa’da bir McDonald’s tesisindeki işçiler burayı işgal edip ihtiyacı olanlara parasız gıda dağıtımı için kullanmaya başladı. Pandeminin tırmanışı sırasında, temel mesele işçilerin sağlığını ve güvenliğini güvenceye almak ve böylelikle tüm nüfusa temel ihtiyaçlarını sağlayabilmektir.
Bu zor bir durum. Sorun şöyle özetlenebilir: “Patronuma ve şirkete değil ama, ihtiyacı olanlara en iyi nasıl hizmet edebilirim?” Bundan sonrasında ise, krizin açıkça gösterdiği gibi, merkezi soru, “kapitalizm mi yaşam mı?” olacak. Herkes için kapitalizm koşullarında bu sorunun sürekli nüksettiği açık olmalı. Ama “olağan koşullarda” bunu bu açıklıkta ve keskinlikte algılamayız. Bu iklim değişikliğinde de açıkça görülebilir: ısınan sudaki kurbağa gibi davranıyoruz, su kaynayıncaya kadar. Mobil telefonlarımızdan, petrolümüzden ve ucuz muzlarımızdan Küresel Güneyin öldüğünü biliyoruz, ama bu uzakta görünüyor, ortalama ömür beklentisinin sınıf farklarına göre nasıl değiştiğini biliyoruz, ve böyle gidiyor.
2011 yılında kurulan workerscontrol.net (işçikontrolü) adlı internet arşivinin kurucularından ve editörlerinden birisiniz, bu site kolektif özyönetim ve işçilerin özyönetimi başlıklarında bilimsel ve gazeteci metinlerini topluyor. Güncel gelişmeler hakkındaki gözlemleriniz bu daha geniş konu bağlamınında neler gösteriyor?
Solo el pueblo salva al pueblo, Venezuela’daki hareketler böyle söyler. Bunu tercüme etmek zordur, çünkü “pueblo” “halk” anlamına gelmez, daha ziyade net bir sınıfsal boyut taşır, kabaca “yalnızca aşağıdakiler aşağıdakileri kurtarabilir” anlamına gelir.
Üretim araçlarının (hizmetler dahil) kolektif demokratik kontrolü ve özyönetimi, her zamankinden daha fazla öne çıkan bir başlık. Ancak işçiler ve örgütlü kitleler tarafından üretimin kontrolü, toplumun ekonomiye hizmet etmesi yerine, topluma hizmet eden bir ekonomiyi güvenceye alabilir. Bu politika, ekonomi ve sosyal meseleler arasındaki yapay ayrıma son vermeye dairdir. Bu yalnızca insanlığın kurtuluşu için değil, ama onun yaşamının korunması içindir. Üretim araçlarının işçiler tarafından doğrudan kontrolü istemleri, yeniden gündemleşmeye başlıyor. Bu tartışmaların yükselmesini umuyor ve bekliyorum. Bu basitçe şimdi yer yer konuşulan “ulusallaştırma”nın çok ötesine geçer. Geçmişte, devlet nüfusun çoğunluğunun çıkarlarının güvenilir bir temsilcisi olmadığını gösterdi. Bu toplumsallaştırmaya dairdir. Sağlık hizmeti sistemleri işçilerin ve toplumun elinde olsaydı, ve kararları onlar alsaydı, bu kötü durumda mı olurdu? Rheinmetal fabrikasındaki işçiler üretimi kontrol etselerdi savaş için silah üretmeyi arzu ederler miydi, örgütlü kitlelerle birlikte pek çok toplumsal ihtiyacı karşılama gereğini hemen keşfedeceklerine bahse girerim. Üretimin bir dönüşümü, iflas etmiş şirketlerin işçiler tarafından ele alınması ve işçilerin ve her türlü hizmetten etkilenen insanların demokratik karar-alma süreçlerinin başlatılması, hükümetler tarafından gerçekleştirilemez. Milan’daki RiMaflow fabrikası işçileri, fabrikayı yıllar boyunca işgal ederek meseleyi böyle koydular: “Çalışan nüfusun yararına durumu nasıl iyileştirebileceğimizi tartıştık, ve durumun (tek fabrikayla-çn) değişmeyeceği sonucuna vardık: Eğer fabrikaların bizim tarafımızdan ele alınmasını istiyorsak, o zaman mümkün olduğunca çok sayıda fabrikayı işgal etmeliyiz. O zaman devletin gelip bir takım düzenlemeler yapmak zorunda kalacağına emin olabilirsiniz.
Links zu diesem Artikel: