Dario Azzellini ile röportaj

İŞÇİ KONSEYLERİNDEN GÜNÜMÜZ KÜBA KOOPERATİÇİLİĞİNE: Konuş Kolektif Hafıza

“Beşik dipsiz uçurumun üzerinde sallanıyor ve sağduyu bize varlığın iki karanlık ebediyet içinde anlık bir ışık kırılmasından ibaret olduğunu söylüyor” diyor Nabokov. Ama bir de kolektif hafıza var. Paul Fraisse’den aktaralım: “Hiçbir zaman yalnız değiliz... En şahsi hatıralarımız bile içinde yaşadığımız topluluğa sıkı sıkıya bağlı”. İşte şimdi o kolektif hafızaya kulak veriyoruz. Dario Azzellini’ye bağlanıp 1956 Macaristan ayaklanmasından başlayıp güncel Küba kooperatifçilik hareketine uzanan işçi kolektiflerini dinliyoruz.

Devlet ve parti odaklı sosyalizme karşı 20. yüzyıldaki ilk büyük ayaklanmalardan biri 1956’da Macaristan’da yaşandı. 1956’nın, işçi konseyi hareketinin sosyalizm tarihindeki önemini açar mısınız? 

Dario Azzellini: 1956 ayaklanması bir açından özel, diğer açıdan da değildi. Onlara vaat edilenlerin yerine getirilmediğini, uğruna savaştıkları hedeflerin hayata geçmediğini gören işçilerin zaviyesinden bakıldığından özel bir durum söz konusu değildi. Mesela İtalya’da partizanlar zafer kazandıktan sonra, onlara da kapitalizme dayanan bir gelişme reçetesi çıkarılmıştı. Bu yüzden binlerce partizan Komünist Parti çizgisini reddetti. Silahları, mühimmatı müteakip mücadeleler için sakladılar. Bugün bile hâlâ, İtalya’nın en demokratik bölgelerinden biri Partizanların 1946’da faşistleri temizlediği, Ölüm Üçgeni diye adlandırılan (Bolonya, Ferrera ve Reggio Emilia arasındaki bölge) coğrafyadır. Aynı şekilde, 1950’lerin sonlarında işçiler arasında giderek artan huzursuzluk 1960’ların başlarında Demokratik Almanya’da bir dizi ayaklanmaya yol açtı. Ayaklanmaların fişeğini ücret adaletsizliğine isyan eden inşaat işçileri ateşledi. Aslında işçiler ve devlet arasındaki çatışmalar Sovyet Devrimi’nden hemen sonra, Rusya’da işçi konseyleri ile parti arasında başgösteren gerilime uzanıyordu. Öte yandan, Macaristan’da diğer ayaklanmalara kıyasla devrim dozu çok yüksekti. İkinci Dünya Savaşı’nı takiben reel sosyalimin tesis edilmesinden sonra bir alternatif inşa etmeye aday, o potansiyele sahip ilk büyük sosyalist ayaklanmaydı. İşçi konseylerinin genişliği ve kapsayıcılığı “esas sosyalistler biziz” demeye katkıda bulunuyordu. Ayrıca, Macaristan Komünist Partisi içinde de canlı tartışmalar sürüyordu. Parti hemen bir sindirme ve baskı harekâtına girişmedi. Elbette Moskova’nın suyolunda giden kanatlar da vardı. Ancak, ilk başta otoriter olmayan bir sosyalizm kurma fikri tüm kesimlere hâkimdi. SSCB ve militarist sosyalizm çerçevesinde bir çıkış yolu bulmak mümkün müydü? En azından bir aşmada bunun denenmesi gerekiyordu. Her şey bir yana, Macaristan sıkı bir Marksist muhalefet geleneğine sahipti. Başta devrimin başarısızlığa uğraması üzerine ülke dışına kaçmak zorunda kalan István Mészáros, işçi konseyleri ve meclisler muhalif Marksistler arasında hâkim kuramsal çerçeveydi. Macaristan devriminin yankılarını ilerleyen yıllarda başka coğrafyalarda görmek de ilginçti. 1980’lerin başında Polonya’da, Solidarność’un (Dayanışma Sendikası) başını çektiği ayaklanma da bir ölçüde Macaristan’a benziyordu.

Ama Dayanışma, ekonomist Jeffrey Sachs’ın danışmanlığında hızla dümeni sağa kırmadı mı?

Dayanışma’da her zaman iki akım mevcuttu. Bir yandan Lech Walesa gibi neoliberalizme teslim olan sağ kanat, diğer tarafta, özellikle ülkenin güneyine hâkim, Marksist, anarko-sendikalist, kooperatif fabrikalarına geçişi hedefleyen sol kanat. Mesela Ours to Master and to Own: Workers' Control from the Commune to the Present “Denetim Bizde, Mülkiyet Bizde: Komün’den bu yana İşçi Hakimiyeti) (Haymarkt, 2011) derlememizde Polonya makalesini kaleme alan Goran Musić, Dayanışma’nın güney kanadındandı. 1981 askeri darbesinin ardından Küba’ya kaçmak zorunda kaldı, orada yıllarca sürgün yaşadı. Özellikle bugünlerde “devlet sosyalizmi, kapitalistleşme” diye kestirip atmaktansa, geri dönüp bu dönüm noktalarında yaşanan ilginç tartışmaları incelemek çok faydalı olabilir. Dayanışma’da sağ kanadın galebe çalmasında dışarıdan akan paranın, propaganda aygıtlarının etkisi büyüktü. Sol kanadın ülke dışına çıkan liderlerinin geri dönmesine izin verilmedi. Zaten devlet sol kanada çok daha büyük baskı uyguluyordu. Öte yandan, işçi konseylerinin bulunduğu, tartışmaların sürdüğü sanayi bölgelerinin dışında halk meseleye ne kadar dahildi? Sonuçta 1980’lerdeydik, uluslararası medyanın etkisi yadsınamaz. Elbette Papa’nın müdahalelerini de gözardı etmemek lâzım. Polonya koyu Katolik bir ülke. 

Çekoslovakya 1968 ayaklanmasında, görece refah dönemi hüküm sürdüğü için sınıf mücadelesinin ve işçi konseylerinin gözardı edildiğini mi düşünüyorsunuz?  

Marx’ın dediği gibi sınıf bir coğrafyadaki belli bir üretim ilişkisi değil, bir toplumsal ilişki biçimidir. Yani sınıfın kendini kurabilmesi için sınıf mücadelesi şart. Bazen Marksist sosyolojide, sosyal demokrat ekolde “belli şartlarda, belli üretim biçimlerinde çalışan insanlar varsa, işte size sınıf” denir. Bunun Marksizmle yakından uzaktan ilgisi yok. Mesela günümüzde dünyanın çeşitli coğrafyalarında hızla büyüyen feminist hareketi ele alalım. Marx’ın tanımıyla feminist hareket tam da bir sınıf mücadelesine tekabül ediyor. İstismar ve sömürü sadece berbat şartlarda yaşamak anlamına gelmez. Sömürü ürettiğinden, katkından daha azına ulaşman, yarattığın değere başka biri tarafından el konmasıdır. Bu iki unsuru bir arada düşündüğümüzde Çekoslovakya’da yaşananları küçük burjuva zihin dünyasından yorumlamak imkânsızlaşır. Yaşananlar kendi kendini inşa etme yolundaki yeni bir sınıfın, parti ve temsili sistemden ayrı verdiği mücadeledeydi. Bir yeni sınıf sonunda kendi politik ifadesini bulmuştu. Çekoslovakya’nın en ilgi çekici yanı bir yandan 1968’in genel ruhunun, sömürgecilik, muhafazakârlık ve sömürü karşıtlığında ifadesini bulan “yeni bir solun” parçasıyken, diğer yandan da müthiş bir özörgütlenmeye sahip işçilerin çabasıyla hayata geçirilmesiydi. Ayaklanma boyunca işçi konseyleri aylarca faaliyet gösterdi. Doğu blokunda köklü bir değişime bayraktarlık yapmaya, başka bir sosyalizmin mümkün olduğunu ispatlamaya adaydı. O yüzden de kaba kuvvetle ezilmesi zaruriydi. Yüzeydeki kınama haberlerini biraz deşerseniz, Çekoslovakya ayaklanmasının bastırılmasının Batı güçleri tarafından memnuniyetle karşılandığını görürsünüz. Doğu blokundaki devlet sosyalizmine alternatif sunduğu gibi batı kapitalizminin tek seçenek olamadığına da işaret ediyordu. Macaristan ve Çekoslovakya ayaklanmaları Avrupa solunda safların ayrışmasında müthiş etkili oldu. Mesela İtalya’da sosyalist partinin sağa kaymasında Macaristan’ın etkisi büyüktü. Sonra Operaismo (İşçicilik) hareketinde aktif yer alacak bir çok figür bu dönemde Komünist Parti’den koptu. İşin tuhaf yanı, ayaklanmalardan 50 sene sonra bile ortodoks komünistlerin bu dönemin muhasebesini yapmaması. O dönemi yaşamamış genç komünistler hâlâ ayaklanmalarda CIA’in rolünden bahsedecek kadar havsalayı zorlayabiliyor. 

Öte yandan, 1950’lerdeki devrimin istikameti sorusuna Çekoslovakya ile beraber yeni bir kültürel boyut da eklendi. Sosyalist toplum içindeki otoriterlik ve muhafazakârlık ciddi bir biçimde sorgulanmaya başladı. Bir süre için batı ve doğu birbirine çok yakınlaştı. Çünkü bütün konseylerde işçiler ve öğrenciler beraber karar alıyordu. Batıda devrim rüyası gerçekleşmenin eşiğine gelmişti. İşçi örgütlenmesi öğrencilerin kendilerine devrimin özneleri olarak bakmasına yol açtı. Böyle birliktelikler tarihte başka dönemlerde de karşımıza çıkıyor. Örneğin, 1981’de Güney Kore’de ordunun 600’den fazla kişiyi katletmesiyle sonlanan Gwangju ayaklanmasında da işçi ve öğrencilerin oluşturduğu konseyler başat rol oynamıştı. Ne yazık ki, bu konseylerin tarihçesini yazmaya hevesli çok az insan var.

Şu ana kadar bahsettiğimiz işçi konseyi deneyimlerinin hepsi şiddetle bastırılıyor. Oysa Yugoslavya deneyiminde konseyler resmiyet ve belli ölçüde otonomi kazanıyor. Bu tekil örneği biraz açar mısınız?

Baştan itibaren Yugoslavya’nın Sovyet Komünist Partisi’nden bağımsız tarihinin bu durumda payı büyük. Ayrıca, çeşitli milletleri barındırması hasebiyle ilginç bir coğrafyaydı. Daha da önemlisi Yugoslavya aktif bir mücadeleyle kendi kendini özgürleştirmiş bir ülkeydi, sosyalizm müdahale yoluyla, tepeden inme yerleştirilmemişti. Birçok Avrupa ülkesinde, güçlü sınıfsal mücadele geleneği bulunsa da sosyalizm İkinci Dünya Savaşı sonrası müdahalelerle hayata geçirildi. Nihayetinde diğer sosyalist ülkelerle karşılaştırıldığında, özellikle Sırbistan ve Slovenya bölgeleri, çok daha gelişmiş bir sanayiye sahipti. Sanayi tesisleri Doğu Almanya’daki gibi bombardımanlarla yok edilmemişti. Sol örgütlenmenin sürekliliği baştan itibaren bağımsız planlama süreçlerine imkân verdi. Tito ve ekibi baştan itibaren işçi özörgütlenmesini kuramsal düzeyde tartıştı. Ortaya çıkan sonuç, birçok sorun barındırsa da, çok ilginç bir deneyimdi. Önce sorunları ve çelişkileri ele alalım. Çoğu fabrikada işçi kontrolü yıllar ilerledikçe partinin denetimine geçti. Yine de diğer ülkelerle kıyaslandığında üretim süreçlerinin planlanması büyük ölçüde işçi konseylerince gerçekleştiriliyordu. Ancak, parti yetkilileri zamanla dizginleri ele almaya başladı. İkinci büyük zorluk pazar ve pazar-dışı iktisadi planlamanın beraber yürütülme çabasında ortaya çıkıyordu. Bu yüzden işçi denetimindeki fabrikalar ulusal düzeyde pazar rekabetine girmek zorunda kalıyordu. Bu da ortak çalışma bağlarını zedeliyordu. Öte yandan hammadde ve kaynaklar planlı ekonomi ilkelerine göre tahsis ediliyordu. Bir fabrika belirli bir hammaddeyi bir yıl aldığında, bürokratik nedenlerle müteakip sene çok daha zor ulaşacağını biliyordu. Sadece fabrikalar değil, bu durum, mesela okullar için de geçerliydi. Dolaysıyla, bir okul yöneticisi, daha azına ihtiyaç duyulsa dahi belli bir materyalden yüksek miktarda talep ediyordu. Böylece stokçuluk, hammadde istifleme gelenek haline geldi. Bu da dayanışmayı tahrip edici bir etki yaratıyordu. 

Konseyler yasayla garanti altına alınmıştı. İşçilerin stokçuluğu engellemesi için daha büyük konseylerde bir araya gelme, Allende döneminde Şili’deki gibi ulusal çapta iletişim imkânları yok muydu?  

İşçiler belli bir ölçüde ulusal çapta iletişim halindeydi. Ancak, bunun kısıtları vardı. İlkin doğrudan iletişimin önüne çoğu zaman parti engeli çıkıyordu. Bunu aşmak için epey çatışmacı bir üslup takınmak gerekiyordu. Pazar yapısı dayanışma kadar rekabete de yol açıyordu. İki yıl önce Slovenya’ya gittiğimde şahit oldum. Ülkede hâlâ ciddi anlamda işçi hakları var. Yugoslavya’da işçilerden sadece konseylerde ve meclislerde yer almaları beklenmiyordu. Onlar aynı zamanda toplumsal gelişimin de bir bileşeniydi. Yeni okulların, mahallelerin, parkların planlamasını işçi tugayları yapıyor, inşaatta işçiler bilfiil çalışıyordu. Bu da toplumda eşitlik hissini, alternatif değerleri hakim kılıyordu. Sonuçta, sosyalizm altında bile olsa, sadece fabrikada çalışmak pek de matah bir hayat sunmuyor. Hayata dair başka değerler, birliktelikler yaratmak çok önemli. Gündelik hayatın her alanında çaba gösterip saygı görmek bir tatmin duygusu doğuruyor. Şu anda bile bu his tüm coğrafyaya hakim. Birkaç sene önce Bosna’da gerçekleşen ayaklanma tam da işçilerin saygınlığı üzerinde temelleniyordu. Bazen toplum bilincinde kök salmış değerler tekrar filiz verir. Bosna ayaklanmasının en önemli sloganlarından biri “Üç dilde de açız”dı. Yugoslavya’da işçi konseyleri, parti ve yerel yönetimler arasındaki gerginlik işçileri toplum için fabrika dışı üretime, kolektif değerler yaratmaya, fabrikada kontrol edebildikleri alanı daha iyi örgütlemeye yönlendirdi. Bu yüzden de 1980’lere gelindiğinde Yugoslavya ekonomisi hiç de kötü durumda değildi. Evet, bazen finansal zorluklar yaşanabiliyor, merkezden gelen bütçenin önemi artabiliyordu. Ancak, gündelik hayat işçi üretimiyle rahatlıkla sürdürülüyordu. Bu açıdan Romanya ya da Polonya’ya benzemiyordu. Biraz da bu farklılıktan dolayı tüm etnik çatışmanın, feci bir savaşın ardından eski Yugoslavya coğrafyasında hâlâ dirençli bir sol bilinç varlığını sürdürüyor, şimdilerde tekrar örgütleniyor. Hırvatistan’da son seçimlerde radikal sol platform Canlı Kalkan yüzde 7 oy almayı başardı. Tabanının çoğunluğu genç aktivistlerden oluşan bu yeni platformun bünyesinde Yugoslavya’da işçi özyönetimi tarihini inceleyen genç akademisyenler mevcut. Yugoslavya gerçekten epey nevi şahsına münhasır bir örnek. Marx da bu durumun farkındaydı. O yüzden “İleride tüm dünyanın sosyalizme yöneleceğine kaniyim. Balkanlar hariç. Onlar sosyalist olamayacak kadar anarşistler” diye takılır. Sol hafıza, toplumsal bilinç altında varlığını sürdürüyor. Tıpkı tüm o maço kültüre rağmen, Rusya’da akademide kadın oranın hâlâ yüzde 50 düzeyinde olması ya da Polonya’da yükselen sağa kafa tutacak güçteki yegâne örgütlenmenin feminist hareket olması gibi.

Dünya sistemleri tarihçileri tarihin düz bir çizgide ilerlediğine karşı çıkar. Çok uzun bir süre önce meydana gelmiş bir tarihsel hadisenin yakın zamanda meydana gelen bir olaydan daha az etki edeceği söylenemez. Tıpkı aydan çok daha uzaktaki güneşin üzerimizde büyük bir etkiye sahip olması gibi. Dolayısıyla toplumsal bellekte mahfuz anılar belli tarihsel şartlar altında yeniden açığa çıkıp serpilebilir. Zaten solcu tarihçilerin görevi de bu tarihsel hafızanın canlı tutulmasına, meydana çıkarılmasına, yeniden inşa edilmesine katkı sağlamaktır. Bunun nostaljiyle yakından uzaktan alakası yok. Marx’ın Arnold Ruge’ye yazdığı mektuplarından birinde dediği gibi, gelecekte insanlar inşa ettikleri dünyanın tamamıyla yeni olmadığını, arzuladıkları dünyanın kimi parçalarını geçmişte de hayata geçirdiklerini fark edecekler. Bu sadece kolektif değil, kişisel tarihçeler için de geçerli. Benim için dedemin partizan geçmişi çok önemli bir belirleyendi. Bu yüzden sol tarihe angaje olmak için bir sorumluluk duydum.

Devletin işçi kolektiflerini desteklediği güncel bir örnek de Küba. Peter Ranis Küba’da işçi kooperatifleri deneylerinin, bürokrasi kaynaklı sorunlardan dolayı ağır ilerlese de, epey yol katettiğini aktarıyor. Katılıyor musunuz?

Önceleri Küba hükümeti kooperatiflere kerhen destek veriyordu. Sovyetler’in dağılmasından sonra Küba devasa ekonomik sorunlarla yüzleşti. Hükümet kooperatiflerin üretim açığını kapatabileceğini anladığı için bir ölçüde kooperatifleşmeyi kabul etti. Önce sadece tarım alanında başlayan kooperatifçilik, hükümetin modelin pozitif yanlarını teslim etmesiyle, Komünist Parti’nin 2011 kongresinde resmiyet kazandı. 2012’de çıkarılan yasayla devletin kooperatiflere vereceği ilerici destekler tespit edildi. Kafelerden eczanelere, bilişim sektöründen kitapçılara, avukatlardan mühendislere uzanan geniş bir yelpazede kooperatifler kurulmaya başladı.

Kooperatifçiliğin kabul görmesinde hem yabancı sermayeye giderek daha fazla ayrıcalık tanınmasından, Çin modeline evrilmekten hem de devletteki bürokratik hantallaşmadan rahatsız olan Kübalı entelektüellerin eleştirilerinin payı ne kadardı?

Kuşkusuz devlet ile önde gelen aktivistler ve entelektüeller arasındaki iletişimin değişimdeki rolü büyük. Küba Ekonomi Araştırmaları Merkezi (CEEC) üyesi Piñeiro Harnecker’ın derlediği Kooperatifler ve Sosyalizm: Küba’dan Bir Bakış kitabı Küba’da yayınlandıktan sonra İngilizceye çevrildi. Kitabı Küba’da ilkin Protestan kilisesiyle irtibatlı ilerici, sosyalist Martin Luther King Merkezi bastı. Birçok mahalle, taban örgütü devlet sosyalizmine doğrudan karşı tavır almasa da kendi bağımsız bakış açılarına, yayın evlerine sahip. Kitabın ilk baskısı hemen tükenince sonraki baskıları devlet üstelendi. Yine de kooperatifleşme hamlesinin tüm ekonominin içinde nasıl faaliyet göstereceğine bakmak gerek. Çünkü bir yandan da belli sayıda işçi çalıştırabilen bireysel girişimcilerin önünün açılması da bazı soru işaretleri yarattı. İkili para sistemi zaten belli ölçüde toplumsal eşitsizliğe yol açıyordu. Şimdi ise bireysel girişimcilerin işçi de çalıştırabildiği küçük-orta ölçekli işletmeler gelir adaletsizliğini daha da artırabilir. Ayrıcalıklı bir zümre meydana çıkıyor. Geçen yıl konuştuğum bir doktor “hayatım boyunca insanlara yardım etmekten başka hiçbir şey arzulamadım, bu yüzden de tıp okudum. Asla başka bir alanda çalışmayı düşünmedim, oysa başkalarına el uzatmayı akıllarına getirmeyenlere ayrıcalıklar sağlanmasını anlamıyorum” diye yakındı. Önceden turistlere ayrılmış bölgelerin herkese açılması olumlu bir gelişme gibi gözükse de sadece iş sahiplerinin buralardaki tesislerden faydalanacak gelir elde etmesi düşündürücü. Fabrika işçilerinin ya da kamu görevlilerinin böyle bir imkânı yok. Bu yüzden, yeni kooperatiflerin bir yandan toplumsal sorumluluk üstlenip üyeleri arasında gelir adaleti sağlarken diğer yandan da birbirleriyle rekabet eden, girişimcilik mantığıyla işleyen yapılara dönüşmemeleri çok önemli. Umarım Kübalı ekonomistler Yugoslavya örneğini iyi çalışmıştır. Çünkü aradaki benzerlikler dikkate şayan. Tıpkı Yugoslavya’daki gibi Küba’da da, ekonomik üretim birimlerinin bir yandan bağımsız davranmaları beklenirken diğer yandan da devlet kaynaklarına, merkezi planlamaya bağımlıkları gelişebilir. Bu durum özellikle hizmet sektörü için geçerli. Tarımsal üretimde durum biraz daha farklı.

2008’e gelindiğinde Küba’nın ekilebilir tarım arazilerinin yüzde 50’si kullanılmıyordu. Ardından, devlet arazilerin kullanım hakkını kooperatiflere devretti. Şimdilerde tarım arazilerinin yüzde 83’ü kooperatiflerin kontrolünde. İthal edilen ürünlerin yüzde 80’inin ülkede üretilmesi hedefleniyor. Tarım kooperatifçiliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Küba’da tarım kooperatiflerinin epey geriye giden bir tarihi var. 1960’larda çiftçilerce kurulan Kredi ve Hizmet Kooperatifleri (CCS) çok geniş bir örgütlenme. Tıpkı onlar gibi 1970’lerde küçük üreticilerin topraklarını birleştirmeleriyle meydana gelen Tarımsal Üretim Kooperatiflerinin (CPA) de merkezi kaynaklara bağımlılığı diğer üretim ve hizmet alanındaki kooperatiflere kıyasla çok daha düşük. Liberalleşme seviyesi artarsa, kooperatifler arasında pazara yönelik rekabetin doğma ihtimali var. Şimdilik böyle bir tehlike yok. Çünkü mesela bir yandan kafelerin kooperatifleşmesinin yolu açılırken diğer yandan da isteyenin istediği yerde kafe açmasına izin verilmiyor, belli sokak ve mahallelerdeki kafe sayısına sınır getiriliyor. Kooperatiflerin üretimi açısından pazar düzenlemesi ve planlaması yapılması çok önemli. Yoksa birbirleriyle rekabet etmek durumunda kalabilirler.


Related Links: